Almanya ve Çekya’daki uzun siyasi deneyimlerimden öğrendiğim şey şudur: “Demokratik” ülkelerde siyasetçiyi en çok korkutan unsur, muhalefet veya parti içindeki rakipleri ya da kendisini yetkiye taşıyan seçmen değildir; onu asıl korkutan, dördüncü güç olarak adlandırılan medyadır.
Bu nedenle, bu ülkelerdeki siyasetçiler kendilerine şu soruyu sorar:
“Siyasetçi ile sinek arasında ne fark vardır?”
Ve kendi kendilerine cevap verirler:
“İkisi de bir gazete ile öldürülebilir.”
Bu, siyasetçinin aşmaması gereken kırmızı çizgiler olduğu anlamına gelir. Bu sınırlar “On İki Emir” olarak özetlenmiştir ve siyasetçinin görev süresi boyunca bunlara uyması gerekir. Aksi takdirde siyasi, sosyal ve mesleki olarak kısa sürede tasfiye edilir.
Bunun en çarpıcı örneği, Arap dostu olarak tanınan ve gizemli bir şekilde ölen ünlü Alman siyasetçi Jürgen Möllemann’dır. Möllemann, Arap davalarına destek verdiğinde ve vicdanının sesiyle doğruyu söylediğinde, Alman medyası tarafından itibarsızlaştırılmış ve imajı sistematik olarak karalanmıştır. Tecrübeli gözlemciler, bunun sebebinin onun kırmızı çizgileri aşması ve İsrail’i ve onun dünya çapındaki lobilerini kızdırması olduğunu belirtmiştir.
Gazeteciler için de durum farklı değildir; “On İki Emir”e uymaları gerekir. Eğer bir gazeteci İsrail’i eleştirirse, “antisemitist” olarak damgalanır ve işinden uzaklaştırılır.
Örneğin, 21 Ocak 2009 akşamı, Alman resmi televizyon kanalı ARD’de “İsrail’e Dayanışmamızın Sınırları Nerede?” başlıklı bir tartışma programı yapıldı. Programda beş Arap-İsrail çatışma uzmanı yer aldı ve aralarında İsrail’i savunan eski Yahudi Merkez Konseyi Başkan Yardımcısı Michael Friedman de vardı. Friedman, o dönemde Jürgen Möllemann’e karşı yürütülen medya kampanyasında önemli bir rol oynamıştı. Tartışmada kendi argümanları tükendiğinde, “antisemitizm” suçlamasını silah gibi kullandı; bu silah Almanya’da büyük etkiye sahiptir ve karşı tarafı köşeye sıkıştırır: ya vicdanına göre konuşmak ya da sessiz kalmak.
Bu baskı sonucu, Filistin yanlısı sesler çekingenleşir, korku hakim olur ve medya üzerinden çift standart uygulanır.
İşte bu “On İki Emir”in özeti:
- Araplar her zaman saldırgandır; İsrail sadece kendini savunur.
- Arapların kendilerini savunma hakları belirtilmemeli; saldırıyı başlatan Araplar olarak gösterilmeli.
- Yahudiler (İsrailliler) doğuştan iyi insanlardır; kötü bir eylem yaptıkları söylense bile saldırgan olarak nitelenmemelidir.
- Araplar bir İsrailliyi öldürürse bu terör olarak kabul edilir; İsrail Arap sivilleri öldürürse meşru müdafaa hakkıdır.
- Hizbullah veya Hamas’tan bahsedilirken “İslami aşırı terör örgütü, Suriye ve İran tarafından destekleniyor” ifadesi eklenmelidir.
- İsrail hakkında “Arap topraklarını işgal ediyor”, “Uluslararası hukuk kararlarını uygulamıyor”, “İnsan haklarını ihlal ediyor” gibi ifadeler kullanılmamalıdır.
- İsrailliler Araplarca öldürüldüğünde suçlanmalı; tersine Araplar öldürülürse, Arap kurban kişisel olarak sorumlu gösterilmelidir.
- Arap siviller öldürülürse Araplar korkak gösterilmeli ve kurbanlar siper olarak sunulmalıdır.
- Tartışmalarda İsrail’in varlık hakkı vurgulanmalı; Filistin’in bağımsızlık hakkı asla belirtilmemelidir.
- İsrail’in Orta Doğu’daki tek demokratik devlet olduğu vurgulanmalı; Arap ülkeleri ise gerici, diktatör ve kadın haklarını ihlal eden devletler olarak tanıtılmalıdır.
- İsrailliler barışçıl ve hoşgörülüdür; Araplar ise tehlikeli ve nefret dolu gösterilmelidir.
- İsraillilerin sözleri gerçek kabul edilmeli; Araplar genellikle yalan söyler ve fikirleri görmezden gelinmelidir.
Bu “On İki Emir”, sözde özgür ve şeffaf medyaya sahip demokratik ülkelerdeki gerçeği ortaya koymaktadır. Bu emirlere uymayan siyasetçi veya gazeteci, adil Arap davalarına destek veremez ve gerçekler halkın gözünden gizlenir.
Arapların, İsrail’in medya üzerindeki tekelini kırmak için bu alana yatırım yapmaları ve kendi kurumlarını kurmaları gerekir. Aksi takdirde, Batı toplumlarının zihninde Araplar sadece terörist, katil ve aşırılık yanlısı olarak kalır; İsrail ise mağdur olarak görülmeye devam eder.
Hesham Dalati
10 Ekim 2009
