Eğer gülümsemek dinen yasak olsaydı, o zaman biz Arap dünyasında yaşayanların — belki de dünyanın en dindar insanları olduğumuzu — rahatlıkla söyleyebilirdik. Çünkü somurtmak biziz, biz de somurtkanız.
Ama neden?
Neden yüzü açık, tebessümü sıcak, bakışları ışıldayan, yumuşak huylu, neşeli bir insandan bu kadar yoksunuz?
Bazı yanlış yorumlarda, suratsız, çatık kaşlı, kasvetli yüzün bizim gerçek, ezeli ve ebedi yüzümüz olduğu söylendi; sanki Tanrı bizi bu şekilde yaratmış ve Tanrı’nın yaratışında değişiklik olamazmış gibi. Başka bir yorumda ise, bunun tamamen genetik olduğu iddia edildi—yani insanın psikolojik yapısının tüm yönleri genetik yapısından türemiştir. Bu yüzden, yatağını değiştiremeyen bir nehir gibi, biz de “somurtkanlık ve kasvet” sorunumuz için genetik mühendisliğin bir çözüm getirmesini bekliyoruz.
Ama aşırı karamsar bir Arap’a neden gülümsemekten kaçındığımızı ve neden hep somurtmayı seçtiğimizi sorsanız, size hemen şöyle cevap verecektir:
“Niye somurtmayalım ki? Hayatımızdaki her şey bizi somurtmaya zorluyor!”
Eğer “aptallık” tanımı yapması gerekseydi, onu şöyle tanımlardı: “Böyle bir gerçeklikte umutlu olmak, gülümsemek ve hayata sevinçle yaklaşmak aptallıktır.” Çünkü ekonomik ve yaşam koşulları seni her yönden kuşatır, yüzüne gerçeği haykırır: somurt, karamsar ol, sakın sevinme! Kısacası, onun anlayışına göre “iyimser insan aptaldır.”
Ben bu açıklamaya kısmen katılıyorum—ama abartmadan. Çünkü ekonomik yaşam tarzımız bizim somurtkanlığımızın “alt yapısıdır”. Bu lanet alt yapıyı yıkıp değiştirmedikçe, kendimize karşı verdiğimiz “kasvet” savaşında başarılı olamayız. Ancak o zaman yeni bir psikolojik yapıya sahip oluruz—hayatın ölüme, varlığın yokluğa tercih edilebilir olduğunu hissederiz.
Yine de bu açıklamaya tamamen teslim olmuyorum. Çünkü somurtkanlığımızın eğitimsel nedenleri de vardır. Kötü bir eğitimle bize “erkeklik” kavramı öyle bir şekilde öğretildi ki, birçok insan “erkekliği”, her durumda sert, asık suratlı, duygusuz kalmak olarak anladı. Gerçek mutluluk ve neşe sebepleri etrafını sarsa bile, “adam” ancak yüzünü ne kadar asarsa, ne kadar katı görünürse o kadar “erkek” sayılır oldu.
Hatta çocuklarımıza karşı bile içimizde dalgalanan sevgiyi bastırırız; çünkü sevgi göstermek, özlem duymak veya şefkat göstermek sanki “erkekliğe” zarar veriyormuş gibi gelir bize.
İşte “erkeklik” böyle çarpıtıldı. İşte bu yüzden, bazı erkekler evde aslan kesilir ama iş yerinde efendisine karşı aşırı itaatkâr, yalaka ve korkaktır. Gerçek “erkeklik” gerektiren yerde boyun eğer, eve dönünce karısına hükmederek kaybettiği gururunu telafi etmeye çalışır.
Ast ile üst arasındaki bu ilişki sahtecilik, yalan ve riyakârlık üzerine kuruludur. Ast, patronunu, kendisinin dâhi, yetenekli ve faziletli biri olduğuna inandırmaya çalışır. Ama ne ast söylediğine inanır, ne de patron duyduğuna.
Bu “kâğıttan adamlar” trafiğe çıktıklarında da görülür: araba kullanırken öfke ve küstahlıkla dolarlar. Ama bir trafik polisi durdurduğunda, “erkekliklerini” hemen üç kez boşar gibi terk ederler; yalvarır, ricada bulunurlar, küçük bir cezadan kurtulmak için. Gerçek onları “adam olmaya” çağırdığında sabun köpüğü gibi sönerler; ama cesaret gerekmeyen yerde aslan kesilirler.
İşte bu yüzden bir kadın, neden “erkekleştiği” sorulduğunda şöyle cevap vermekte haklıydı:
“Çünkü erkeklerde erkeklik kalmadı.”
— Cevad el-Beşiti
